Beli yarıya bükük yaşlı adam, pencereden bir an mavi
gökyüzüne baktı. Mavi gözleri, yağmurdan
yeni çıkmış mavi bir şemsiye gibi nemliydi. Güçlükle soluk alıp veriyordu,
sanki tüm insanlık avuçlarındaydı. Göğe bakınca çocukluğu geldi aklına.
Yaramaz bir çocuktu. Sürekli sağa sola koşuşturur,
büyüklerinden sürekli azar işitirdi.
Aşırılıkları ve düzensizliği yüzünden en yakın arkadaşlarından bile yüz
bulamadığı çok oluyordu. Bu aşırılıklarının altında, hissettiği eziklik
duygusunun olduğunu henüz bilmiyordu. Ve dahası bu duygu solgun bir gölge gibi
yaşamı boyu onu takip etmekten vazgeçmeyecekti. Güneşin en parlak olduğu mutlu
günlerde, gölge de en koyu halini alıyordu.
Çok yakışıklı bir yüzü yoktu. Sporda da pek becerikli
sayılmazdı. Ders notları, eğer çalışırsa ancak ortalama olurdu. Mesela arkadaş
grubunun içinde en son onun kız arkadaşı olmuştu. O da, kız ona açıldığı için.
Hiç evlenmemişti ama sayısız platonik aşkı vardı. Günlük tutardı ve sadece
kendine okuduğu şiirler yazardı. Tüm bu çekingenliğine karşın son derece
güvenilir biriydi. Kendine ait kapalı bir dünyada, hayatı boyunca gündelik
işlerde çalışmıştı. Ömrü boyunca emirler
almıştı patronlarından ya da amirlerinden. Verilen görevi eksiksiz yapardı. Bu
güvenilir hali onu aranan biri yapıyordu.
Artık yaşlanmıştı. Eskisi gibi erken de kalkamıyordu
sabahları. Gerçi eski sabahlar da kalmamıştı. Daha doğru söylemek gerekirse
sabah diye bir şey de kalmamıştı. Günün her saati aynıydı. O gün en güzel
kıyafetini giymeye karar verdi. Oysa
gençliğinde ne giyeceğine bir türlü karar veremezdi. Bazı günler bu halleri bir
seramoni halini alırdı. Hele hoşlandığı kadının karşısına çıkacağı zaman bu
seramoniler daha da uzardı. Sanki her gün yakışan kıyafetlerini, o gün ne işse
bir türlü kendine yakıştıramazdı.
Kahvaltıdan sonra masanın üzerindeki kağıtları yeniden ve
dikkatlice gözden geçirdi. Bugün önemli bir gün olabilirdi.
-
“Böyle hayal etmemiştim.” dedi kendi kendine. “
Kimse böyle hayal etmemişti. Benim geldiğim yerde insanların kendilerine göre ne
kadar büyük dünyaları vardı. İnandıkları toprakları vardı, güvendikleri gelecekleri.
Onca insanın sonuna şahit oldum ama, koca
dünyaların sonu gelsin (!) aklım almıyor. Zaman daralıyor, elimi hızlı
tutmalıyım. ”
Yaşlı adamın dediği gibi zaman gerçekten de daralmıştı. İnsanoğlu
sıradan bedeniyle uzayda çok uzaklara gidemeyeceğini anladığında artık pek
zaman kalmamıştı sonu gelen dünyadan kaçmak için. Biliminsanları birkaç
onyıldan bahsediyordu. Zaten insanlığın nüfusu son yüzyıllarda neredeyse yok
olacak kadar azalmıştı. Kıtlıktan kurtulan radyasyondan ölmüştü. Kozmik
radyasyona maruz kalan kadın ve erkekler üreme yeteneklerini çoktan
kaybetmişti. Geriye yalnızca birkaç bin
kişi kaldığında insanlar dünyadan kaçmaya karar vermişlerdi.
Biliminsanları, tıpkı geçmiş yüzyıllarda hayal ettikleri
gibi, insan bilincini ve zekasını yapay bir ortama aktarmaya başlamışlardı. Bunu
anlatan bilimkurgu filmleri bile çekilmişti zamanında. Hayaller şimdi gerçek
oluyordu. Eski dünya nüfusunun neredeyse tamamına
yakınının sahip olduğu düşünce, anı, deneyim ve bilgi bir çip üzerindeki sanal
ortama aktarılmıştı. Tüm aktarımlar tamamlandığında bu çipin, uzay koşullarına
son derece dayanıklı sağlam bir koruyucu kutunun içinde uzaya gönderilmesi planlanmıştı. Bu sayede eğer bir gün insanlık yeniden hayat
bulabilirse, bu bilgilerin doğacak bebeklere yeniden yüklenebileceğini düşünüyorlar
ve hayal ediyorlardı. Kimilerine göre belki umutsuz bir düşünce ve davranıştı
ancak pek de yapacak bir şey yoktu. İnsan bedeni, uzayda uzun yolculuklar
yapamayacak kadar narin ve zayıftı. Üstelik tüm tıbbi gelişmelere karşın
insanın ömrü öyle sanıldığı gibi yüz elli yıla da çıkamamıştı. Belki uzayda sinyal
yayarak başıboş dolaşan bu kutuyu gelişmiş başka varlıklar keşfeder ve
insanoğlunu yeniden hayata döndürürler diye ummuştu çipi yapanlar. İkinci kez yaratılışını planlamıştı insanlık. Ve
ikinci kez bir yaratıcıya gereksinim hissetmişti. Diğer olasılıkla ise bu çip
içindeki insanlıkla belki de sonsuza kadar uzay boşluğunda dolanıp duracaktı.
Tıpkı içindeki insanlıkla uzay boşluğunda dönüp duran dünya gibi. Dünyanın bu çipli
kutudan tek farkı içinde başka canlı hayatları da barındırıyor olmasıydı. Bir de
kütle olarak daha büyüktü ve maviydi.
Aslında insanlar beden parçalarını robotik cihazlarla ya da
mekanik düzeneklerle değiştirmeyi başarmışlardı ama bu “robotlaşmaya” insanlar,
çeşitli nedenlerle karşı çıktıkları için bu girişim de sonuçsuz kalmıştı. Bu
görüşü savunanlar, önemli olanın insanlık bilinci ve ruh olduğunu
söylüyorlardı. Onlara göre sıcağını hissettiğimiz bedenimiz organik bir
makineden ve düzenekten başka bir şey değildi. Yalnız onlar mı, tarih boyu
bütün kutsal metinlerde de önemli olanın ruh ve iç güzelliği olduğu vurgulanmıştı.
Ruhlar, ölümlü bedenlere hapsolmuş sonsuz varlıklardı ve dünya aslında bir
sınav yeriydi. Biyomekanik değişimi savunanlar, evrim sonucu gelişerek bu şekle
geldiğimizi belirtiyorlar, şimdiye kadar doğal yolunda seyreden evrimleşme
sürecine, artık müdahalede bulunma zamanı geldiğini söylüyorlardı. Evrim belki
de bundan sonra metal bacaklarla ya da biyopolimer organlarla devam edecekti.
Dindar insanlara ve din kurumlarına göre ise durum daha
farklıydı. İyiliğin ve kötülüğün yüce yaratıcıdan geldiğini savunuyorlardı.
Robotlaşma yaratılışa tamamen aykırı idi. Tanrı isteseydi insanları metal
bacaklarla ya da kızılötesi görebilen mekanik gözlerle de yaratabilirdi. Ama
yapmamıştı. Mutlaka bir hikmeti vardı bu davranışının. Tanrının yarattığını
bozmak insana düşmezdi. Peki ya dünyanın sonu meselesi? Tanrı yarattıysa yine o
bozacaktı. İnsanın sonu zaten kendisi için dünyanın sonu değil miydi? İnsanın,
öldükten sonra geride bıraktıkları için üzülecek bir kalbi bile kalmıyordu.
Geri kalanlar da kendi can derdine
düşüyordu. Belki de sorun kendiliğinden böylece çözülüyordu.
Bu konuyla ilgili uzun uzun bilimsel ve felsefi toplantılar
yapılmıştı. Konu tüm detaylarına kadar tartışılmış ancak bir karara
varılamamıştı. Hızla değişen iklim ve çevre koşulları zamanı daha da
daraltmıştı. Üstüne üstlük, politik belirsizlikler ve onyıllar boyu yaşanan
kısır tartışmaların sonucunda uzaya çıkabilecek bedenler üretebilmek için çok
geç kalınmıştı. Güneş kaynaklı büyük radyasyon serpintisi sonucu insan nüfsunun
dörtte üçünün yaşamını yitirmesiyle biyomekanik bedenler yönünde umutlar hepten
sönmüştü. Talihsiz bir şekilde, bu konuda çalışan bilim insanlarının hepsi
ölmüş ve ilerleme durmuştu. Tanrının belki gerçekten sopası yoktu. Ya da
insanın en büyük düşmanı yine kendisi idi.
Yine de insanlar boş vermemişlerdi. Biyonik bedenler
yapılamasa da, en azından insanın
hafızasını yapay bir ortama aktarmayı başarmışlardı. Uzun uğraşlar sonucunda, son
birkaç yüzyıl boyunca yaşamış yaklaşık 160 milyar insanın hafızası küçük bir
elektronik çipte korumaya alınabilmişti.
Kahvaltı sonrası yaşlı adam dolabındaki en şık giysisini
giydi. Günlüğünü ceketinin iç cebine koydu ve dışarı çıktı. Şimdi son görevini
yapmak için hazır bekliyordu. “ Adem
Küpü’nü” uzayın sonsuz boşluğuna o yollayacaktı.
Biliminsanları, tüm insanlığını bilgisini ve onca insanın
hafızasını depoladıkları küp şeklindeki hafıza çipine “Adem Küpü” adını
vermişlerdi. Görevini eksizsiz
yapacağına inandıkları için, yaşlı adamı seçmişlerdi. Dünyada hafızası çipe aktarılmayan, bir tek o
kalmıştı. Yetkililer ona adem küpünü uzaya fırlatması için gereken talimatları
vermiş, defalarca denemesini yaptırmışlardı. En son, emin olduklarında
kendilerini de adem küpüne aktararak sonu belirsiz bir dünyaya geçiş
yapmışlardı.
Hayatın cilvesine bakın ki, tüm hayatı boyunca ezilmiş, söz dinlemiş, sevmeye
bile cesaret bulamamış bu sıkılgan ve ezik adam, tüm insanlığı avuçlarında
tutuyordu. Son canlı şahit de oydu. İnsanlığın bundan sonraki kaderi onun
ellerindeydi.
Avuçlarında duran Adem Küpü’ne baktı. Küpü, sanki tüm insanlıktan hıncını
alırcasına yumruğunuda sıkıştırdı. Aklına vadedilmiş cennet düşüncesi geldi.
İşte ya belki de vadedilmiş cennet dedikleri yer bu küpün içi olmalıydı. Tüm
bedensel acılardan azade biçimde sonsuza dek sürecek bir yaşam. Dış dünya ile
bağı olmayan, sonsuzluk ortamı. Neredeyse tüm insanlık orada olduğuna göre,
insanlar kaybettiği yakınlarını da orada bulabilirlerdi. Eski aşklarını
düşündü. Şimdi küpün içinde olsa belki, o da arayıp bulacaktı eski
sevdiklerini. Belki söyleyemediği onca duygusunu, dile dökebilecekti. Ama bir dakika, o küpün dışındaydı. Cennet
eğer küpün içiyse, o dışarıdaydı. Bu nasıl bir oyundu ki, küpün dışında
kalmıştı. Bunu hakedecek ne günah
işlemişti. Ya da bu kadar büyük bir günah ne olabilirdi.
Sinirden bağırdı:
“Tanrım bu ne büyük saçmalık, ben böyle hayal etmemiştim. Kimse
böyle hayal etmemişti.”
Sonra artık beyaz bulutların olmadığı gökyüzüne bakıp
söylenmeye başladı. Yarı yorgun, yarı uykulu, yarı terliydi:
“Artık seninle aynıyız, belki de. Bak insanlık avuçlarımda.
İnsanlığın kaderi benim elimde. İstersem küpü uzaya gönderirim, istersem
pantolonumun cebine koyar gidebileceğim kadar uzağa giderim. Ben ne istersem o.
Seni anlayabiliyorum artık. Yalnızlığını da anlayabiliyorum. Gücünü
anlatabileceğin kimsen yok. Gördüğün güzellikleri anlatabileceğin başka biri de
yok. Belki de seni anlayabilen tek insan
ben oldum. Ama çok geç, benim de bunu anlatabileceğim kimsem yok. Bir sen
varsın. O da varsan.”
Yaşlı adam küpü titreyen elleriyle sımsıkı tutuyordu. Gökyüzü ilk gençlik aşkının gözleri gibi bulutsuz
berrak mavi idi.