13 Aralık 2015 Pazar

Küçük Bir Sorun



Gece yarısına doğru profesor doktorun telefonu ısrarlı bir şekilde çalıyordu. Profesor uykunun ağırlığından açamadığı gözlerini ovuşturarak, sadece;

-     " Dinliyorum..." diyebildi.

-     " Hocam, bu saatte sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim. " diyordu telefonda uzman doktor.

-    " Ancak heyecanımı bağışlayın. Asistan arkadaştan, ameliyatın küçük bir sorun dışında kusursuz geçtiğini ve şu an hastanın uyandırma aşamasında olduğu haberini aldım. Yarın hem bizim için, hem hastanemiz için çok büyük bir gün olacak. Ancak sizden ricam bu haberi başhekimden sır gibi saklamanız. Yarın sabah karşılarına ekip olarak büyük bir süprizle çıkmak istiyoruz. Belki bu sayede istediğimiz çalışma odasına ve hayalimizdeki mikroskopa sahip olabiliriz."

Gece yarısı çalan telefon yüzünden başhekim neredeyse yataktan düşecekti.  Teleşla telefonu susturmaya çalışırken bir yandan da söyleniyordu ;

-   " Hay aksi, telefonu sessize almayı unutmuşum. Hayırdır inşallah, bu saatte profesor beni niye arıyor olabilir?".

Başhekim ağzı açık uyumaktan kurumuş diliyle sadece " Dinliyorum..." diyebildi.

-   "Hocam, bu saatte sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim." diyordu telefonda profesör.

-   "Ancak heyecanımı bağışlayın.  Uzman doktor arkadaştan, merakla beklenen ameliyatın küçük bir sorun dışında kusursuz geçtiğini ve şu an hastanın uyandırma aşamasında olduğu haberini aldım. Yarın hem bizim için, hem hastanemiz için çok büyük bir gün olacak. Ancak sizden ricam, bu haberi rektörden sır gibi saklamanız. Yarın sabah karşılarına bölüm olarak büyük bir süprizle çıkmak istiyoruz. Belki bu sayede hastane olarak istediğimiz ameliyathaneye ve servislere sahip olabiliriz."

Rektörün telefonu, oğlunun bar çıkışı hesabı ödeyemediği zamanlar dışında gece yarısı pek çalmazdı. Önce " Hergele, bu kaçıncı oldu..." diye söylendi, ancak arayanın başkası olduğunu görünce meraklandı. Yanında uyuyan eşini uyandırmamak için odadan çabuk çabuk çıkmaya çalışırken sadece "Dinliyorum..." diyebildi.

-   "Hocam, bu saatte sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim." diyordu telefonda başhekim,

-"Ancak heyecanımı bağışlayın.  Profesör doktor arkadaştan, merakla beklenen ameliyatın küçük bir sorun dışında kusursuz geçtiğini ve şu an hastanın uyandırma aşamasında olduğu haberini aldım. Yarın hem bizim için, hem üniversitemiz için çok büyük bir gün olacak. Ancak sizden ricam, bu haberi sağlık bakanından sır gibi saklamanız. Yarın sabah karşılarına hastane olarak olarak büyük bir süprizle çıkmak istiyoruz. Belki bu sayede bir türlü yaptıramadığımız hastane binasına kavuşabiliriz."

Bunca telefon trafiği içinde gece yarısı çalan telefonu en sakin açan rektörün özel kalemiydi. Önceleri rektörün yan odadan bile kendisini telefonla aramasına, geç saatlere kadar yanında tutmasına, eşiyle en özel anlarında bile araya girmesine bozuluyorsa da artık alışmıştı. Üstelik bu gece rektörün arayabileceğini tahmin bile etmişti. Düzgün bir dille ve sadece "dinliyorum efendim" dedi.

-   " Lütfen beni iyi dinle. Uzun zamandır gerçekleşmesini umduğumuz sansasyonel bir başarı hayalimiz vardı ya, işte hayalimiz bu gece gerçekleşti. Bize demediğini bırakmayanlara verilecek çok güzel bir cevabımız var artık. Bizimkiler bugün, ülkemizde daha önce hiç yapılmamış bir ameliyatı gerçekleştirdiler. Küçük bir sorun dışında mükemmel bir ameliyat olmuş. Senden yarın için bir organizasyon yapmanı istiyorum. Bakanı ara ve davet et. Tüm basına haber ver. Hastayı bakanla birlikte, basının huzuruna çıkaracağız. Ama bu bakan için de basın için de süpriz bir açıklama olsun. Onlara detay verme. Belki bu sayede hayalini kurduğumuz kampüse de kavuşabiliriz."

O gün, o kalabalık toplanmasaydı, hastane bahçesi her zamanki gibi sakin olacaktı. Ve o gün hastanede o garip olaylar yaşanmasaydı, hastane bahçesinde o kalabalık toplanmayacaktı. Ve o gün şans güler yüzünü doktorlardan esirgemeseydi, hastanede o garip gelişmeler yaşanmayacaktı. Ama garip bir dünya idi ki eğrisi doğrusuna bazen denk gelebiliyordu. Ve şans bu ya, atılan para bazen dik düşebiliyordu...

Bakan ve rektör,  yanlarındaki siyasetçi, bürokrat ve basın ordusu ile hastane koridorlarında ilerliyordu. Rektör Sağlık bakanına üniverstesi ve tıp fakültesi ile ilgili ayaküstü bilgi veriyordu;

-   "Sayın bakanım biliyorsunuz, üniversitemiz yeni olmasına rağmen kısa zamanda çok yol aldık. Gerçi üniversitemizin daha çok eksiği ve bunların giderilmesi için irade ve yardımlarınıza ihtiyacı var. Önceleri arazileri ellerinden gideceği için bize tavır alan yerel halk da artık üniversitemizin kendilerine neler kattığını anlamaya başladı.Tıp fakültemiz de halkımıza son limitlerine kadar hizmet sunuyor. Tabi ki bunda, hekimlerimizin özverilerinin hakkını ödeyemeyiz. Nacizhane bendeniz de gecelere kadar çalışıyorum ama bunun ne önemi var değil mi? Hizmet için göreve talip olduk sonuçta..."

"Çalışmalarınız bizim için de çok önemli sayın rektör. Halk yapılan hizmeti gördükçe bize de desteğini arttırıyor.İtiraf edeyim, başbakan ve bakanlar kurulu merak içinde. Benim buraya sürpriz ziyaretimi duymuşlar. Başbakan sabah buraya niçin geldiğimi sordu ancak ben de birşey diyemedim. Sadece ülkemizde ilk defa yapılan ve küçük bir sorun dışında başarı ile sonuçlanan bir operasyonu tebrik etmek için gittiğimi ifade ettim. Merak içindeyim. Bakalım neler yapmışsınız?"

"Bizi kırmayıp geldiğiniz için teşekkür ederiz sayın bakanım. İzninizle bilgi vereyim. Tıp fakültesi aciline dün akşamüstü iş kazasında sağ eli kopan bir hasta getirmişler. Doktorlar kopan elin tekrar yerine dikilemeyecek kadar ezik olduğunu tesbit etmişler. Hastanın yarasını kapatmak için ameliyat hazırlıklarına başlamışlar ve hastayı yatırmışlar. Kadere bakın ki bu arada hastanın tek yumurta ikiz kardeşi de halihazırda hastanede yoğun bakımda yatıyormuş. Ancak hastanın kardeşi de tam o sıralarda hayatını kaybetmiş. Bu iki kardeşin birbirlerinden başka hiç yakını da yokmuş. Doktorlarımız da bu durumu, eli kopan kardeş için bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirip, ölen ikizinin elini ona nakletmeye karar vermişler. Artık eli kopan kardeş, ikizinin ölümüne sevinmiş mi üzülmüş mü bilemem ama hem kardeşinin organlarının bağışlanmasına hem de kendi ameliyatına izin vermiş. Doktorlarımız da ekip olarak bu operasyonu başarı ile gerçekleştirmişler. Hani ekip dediysem büyük bir ekip sanmayın zira yeterli doktorumuz yok, bir uzman bir de asistan doktor. Gerçi sayenizde olacağını umuyoruz. "

-" Profesör doktor yok muymuş böyle önemli bir ameliyatta ?"

-" Malesef sayın bakanım. Hemşehrileriyle dernek gecesindeymiş. Ama aldığım bilgilere göre uzman ve asistan doktor arkadaşlar operasyonu önemsiz küçük bir sorun dışında başarıyla halletmişler. Evvelallah cin gibi çocuklar maşallah. Ben de ilk defa sizinle birlikte göreceğim hastayı. Hatta başhekim ve profesörler de daha görmemişler. Anlayacağınız basınla birlikte herkes aynı anda şahit olacak bu sürprize. "

Hastane koridorlarını tıklım tıklım dolduran o gürültülü kalabalık, hasta odasının önünde toplu bir sessizliğe büründü. Basın mensupları insanların söylenmelerine aldırmadan en güzel görüntü alabilecekleri yerlere geçti.

Hasta ise durumdan habersiz, bu kadar kalabalığı birden karşısında gördüğü için şaşkınlık içinde idi. Üstelik basit bir kalabalık olsa neyse de, nerdeyse bakana kadar tüm devlet büyükleri karşısında duruyordu. Oysa dün acile geldiğinden beri tek gördüğü sadece iki doktor ve birkaç hemşire idi. Doktorlardan biri asistan,  biri uzman doktordu. Asistan doktoru kendisiyle başından beri ilgilendiği için iyice bellemişti de uzman doktorun hangisi olduğunu sık sık kaybolup gittiğinden tam kestiremiyordu.

Rektör kalabalığa doğru döndü ve konuşmaya başladı;

"Sayın bakanım, sayın misafirlerimiz ve sayın basın mensupları.

Bu sabah burada ülkemizde ilk defa gerçekleştirilen bir başarıya sizlerle birlikte aynı anda ben de şahit olacağım. Bu başarının üniversitemizin kuruluşundan bu yana desteklerini bizden esirgemeyen değerli devlet büyüklerimize ve halkımıza bir teşekkür ve "gecekondu yapar gibi üniversite kurulmaz"  diyenlere sert bir cevap olacağını belirtmek istiyorum.

Değerli misafirler, kader bazen birine kapı açmak için bir başkasına kapatır kapıyı. Dün gece işte böyle bir olayla karşılaştık. Ziyaret ettiğimiz hastamızın sağ eli dün  elim bir iş kazasında maalesef ezilmiş. Arkadaşları hastayı, kadere bakın ki, ikiz kardeşinin yattığı hastaneye, yani fakültemize getirmişler. İki kardeş tesadüfe bakın ki tek yumurta ikiziymiş. Ve dün gece ancak Türk filmlerinde yaşanabilecek bir olay yaşanmış. Hastanın kardeşi yoğun bakımda hayata veda etmiş. Ve kaderin cilvesi, doktorlarımız  ölen kardeşin elini diğer kardeşe nakletmişler. Burada önemli ve ilginç olan nokta,  bu kardeşlerin tek yumurta ikizi olmalarından dolayı nakil yapılan kardeşin, doku reddi olmasın diye bağışıklık sistemini baskılayan ağır ilaçları kullanmasına gerek kalmayacak olması. Ülkemizde ve dünyada bir ilk olan böylesi bir operasyonun sonucunu ben de şu anda ilk defa sizlerle birlikte göreceğim. Sayın bakanım uygun görürseniz sizin de görüşlerinizi duymak isteriz."

Bakan rektöre sessizce teşekkür ettikten sonra kalabalığa hitap etti ;

" Değerli ziyaretçiler ve basın mensupları,

Söylenecek çok söz yok. Hükümetimizin başarılarını hayatın her alanında görüyorsunuz. Lafı uzatmak istemiyorum. Gelin hastamız nakledilmiş eliyle kameralara bir el sallasın. "

Haberciler hastadan kameralara el sallamasını rica ettiler. Hasta şaşkın ve yorgun bir şekilde sağ kolunu havaya kaldırdı ve el sallamaya başladı. Ancak habercilerden biri hastadan sol elini değil sağ elini sallamasını istediklerini tekrarladı.

Hasta şaşkın ve biraz da korkmuş halde ;

" Sağ elimi sallıyorum zaten" dedi.

Kalabalığın içinden tiz bir sesin adeta ayağına basılmış gibi " Aaaa, hastanın iki eli de sol" dediği duyulana kadar, doktorundan bakanına herkesin neşesi, sanki sanki bilinen dünyayı fethetmişler gibi yerinde idi.

Oysa şimdi herkes, nedense, merak içinde asistan doktora bakıyordu.

Asistan doktor yarım ağız " Ben küçük bir sorun olduğundan bahsetmiştim ama... " dedi. Yarı yorgun, yarı uykulu, yarı terliydi....





28 Temmuz 2015 Salı

Çocuk Parkı

Kim dikmiş ve büyütmüş akşamüstü insanı aşka susatan bu ıhlamur ağaçlarını ve kim yığmış bu çocuk parkına leş gibi kokan çöp poşetlerini? Oysa bunlar benim gibi umurunda mı ikircikli kokuların arasında oynayan çocukların. Kahkahalar içinde oynayan, şu dünyalar güzeli küçüğe bakın hele, ayakları çıplak ve çöp sularında yürümüşçesine kirli;  gözleri taze ıhlamur filizlerinden de yeşil. Kim bilir kaç kez altına işemiş ve kurutmuş olmalı ki külodunun önü güneşin batmadan önceki sarhoş hali gibi sapsarı. Külodunun arkası, közde pişen kahvelerin renginden bile kahverengi.  Neyse ki yerler kum ve kumun içindeki sigara izmaritleri yumuşak. Birkaç izmaritte kurumuş ruj lekesi. Belli ki bu parka hülyalı kadınlar da gelmiş kor kırmızısı dudaklarıyla gece ıhlamur kokularının arasında. Öpüştüler mi acaba, sevimsiz şekilde tütün kokan sevimli ağızlaryla?  Rahat oyna çocuk, yerler yine de yumuşak. Yok mu senin anan baban? Neden yalnız oynuyorsun?  Salıncağı tek başına mı sallıyorsun? Dikkat et gök mavisi boyalı salıncağın paslı demiri çarpmasın yanağına. Dur bir dakika, neden doğum sancısı çekercesine öksürmeye başladın? O küçücük gonca ağzından mı çıktı o ördek başı yeşil balgam. Ya o balgamın üzerindeki pembe gül rengi kan? Yoksa hasta mısın çocuk? Dur dur. Bir kadın yanına koşuyor. Yardımına koşan bu  kadın da kim? Annen mi yoksa? Gözlerine bakınca annen herhalde. Ayaklarına bakınca da. Seninkilerden bir farkı çorapsız giydiği naylon terlikleri. Ayaklarının kiri mi terlikleri boyamış, yoksa terliklerinin boyası mı ayaklarına geçmiş belli değil. Kadın, bembeyaz ve senin dünyaya “Merhaba” dediğin gün kadar temiz bir mendil çıkarttı çiçekli elbisesinin cebinden. Ama önce olanca gücüyle sarıldı sana yanı başındaki taze köpek dışkılarının arasında. Annenmiş demek ki. Senin kanlı balgamın, anneninin elbisesinin yakasına bulaştı ve elbisenin bahar çiçekli deseni arasında kayboldu gitti o anda. Annen, o gelecek beyazı
mendille kendi gözyaşlarını sildi, yarı yorgun, yarı uykulu yarı terliydi.

22 Haziran 2015 Pazartesi

Olmak ya da Olmamak

Farkettim ki, “Olmak” eylemi, dünya dillerinin çoğunda ayrı bir şekilde evrimleşmişti. Türkçe’de de bu eylem eklerle gizlenmiş bir şekilde vardı.
En sık kullanılan dillerden İngilizce’de mesela, “I am student.” denirdi. Olmak fiilini ayrı düşündüğümde, aslında bu “Ben varım ve öğrenciyim.” demek gibi geliyordu bana.  Aynı cümle Fransızca’da “Je suis étudiant” , Japonca’da “watashi wa gakkusei desu” olarak söylenirdi. Örnekleri  arttırmak mı gerekliydi  yoksa,  “Var olmak” bu kadar önemli miydi? Kaç gündür aklımda bu soru vardı. Hatta insanoğluna göre var olmak da yetmiyordu. Onu ayrıca, sözle de belirtmek gerekiyordu. Dilleri icat eden ilk insanlar böyle bir gereklilik hissetmişlerdi demek ki. Ya da insanoğlu, sessiz duran  ve “Ben varım” demeyen bir varlığın varlığına inanamıyor muydu?
Oysa, benim geldiğim yerde, sevginin dille söylenmeyeni kıymetliydi. Gerçekten seven “seni seviyorum” sözünü diline dolamazdı. Büyükler kızardı yoksa. Peki ya insanoğlu, dille söylenmemiş aşkın varlığına inanabilecek miydi?
“Olmak ya da olmamaktı  bütün mesele ”. Shakespeare meseleye doğrudan giriş yapmıştı. Koltukta arkama yaslandım, sevdiğimi söylediğim ve söyleyemediğim, tüm kadınları düşündüm.
Ve bilgisayara şöyle yazdım: “Bir zamanlar sizi seven bir ben vardım.” Yarı yorgun, yarı uykulu, yarı terliydim.


5 Haziran 2015 Cuma

ADEM KÜPÜ

Beli yarıya bükük yaşlı adam, pencereden bir an mavi gökyüzüne baktı.  Mavi gözleri, yağmurdan yeni çıkmış mavi bir şemsiye gibi nemliydi. Güçlükle soluk alıp veriyordu, sanki tüm insanlık avuçlarındaydı. Göğe bakınca çocukluğu geldi aklına.
Yaramaz bir çocuktu. Sürekli sağa sola koşuşturur, büyüklerinden  sürekli azar işitirdi. Aşırılıkları ve düzensizliği yüzünden en yakın arkadaşlarından bile yüz bulamadığı çok oluyordu. Bu aşırılıklarının altında, hissettiği eziklik duygusunun olduğunu henüz bilmiyordu. Ve dahası bu duygu solgun bir gölge gibi yaşamı boyu onu takip etmekten vazgeçmeyecekti. Güneşin en parlak olduğu mutlu günlerde, gölge de en koyu halini alıyordu.

Çok yakışıklı bir yüzü yoktu. Sporda da pek becerikli sayılmazdı. Ders notları, eğer çalışırsa ancak ortalama olurdu. Mesela arkadaş grubunun içinde en son onun kız arkadaşı olmuştu. O da, kız ona açıldığı için. Hiç evlenmemişti ama sayısız platonik aşkı vardı. Günlük tutardı ve sadece kendine okuduğu şiirler yazardı. Tüm bu çekingenliğine karşın son derece güvenilir biriydi. Kendine ait kapalı bir dünyada, hayatı boyunca gündelik işlerde çalışmıştı.  Ömrü boyunca emirler almıştı patronlarından ya da amirlerinden. Verilen görevi eksiksiz yapardı. Bu güvenilir hali onu aranan biri yapıyordu. 

Artık yaşlanmıştı. Eskisi gibi erken de kalkamıyordu sabahları. Gerçi eski sabahlar da kalmamıştı. Daha doğru söylemek gerekirse sabah diye bir şey de kalmamıştı. Günün her saati aynıydı. O gün en güzel kıyafetini giymeye karar verdi.  Oysa gençliğinde ne giyeceğine bir türlü karar veremezdi. Bazı günler bu halleri bir seramoni halini alırdı. Hele hoşlandığı kadının karşısına çıkacağı zaman bu seramoniler daha da uzardı. Sanki her gün yakışan kıyafetlerini, o gün ne işse bir türlü kendine yakıştıramazdı.
Kahvaltıdan sonra masanın üzerindeki kağıtları yeniden ve dikkatlice gözden geçirdi. Bugün önemli bir gün olabilirdi.

-          “Böyle hayal etmemiştim.” dedi kendi kendine. “ Kimse böyle hayal etmemişti. Benim geldiğim yerde insanların kendilerine göre ne kadar büyük dünyaları vardı. İnandıkları toprakları vardı, güvendikleri gelecekleri.  Onca insanın sonuna şahit oldum ama, koca dünyaların sonu gelsin (!) aklım almıyor. Zaman daralıyor, elimi hızlı tutmalıyım. ”

Yaşlı adamın dediği gibi zaman gerçekten de daralmıştı. İnsanoğlu sıradan bedeniyle uzayda çok uzaklara gidemeyeceğini anladığında artık pek zaman kalmamıştı sonu gelen dünyadan kaçmak için. Biliminsanları birkaç onyıldan bahsediyordu. Zaten insanlığın nüfusu son yüzyıllarda neredeyse yok olacak kadar azalmıştı. Kıtlıktan kurtulan radyasyondan ölmüştü. Kozmik radyasyona maruz kalan kadın ve erkekler üreme yeteneklerini çoktan kaybetmişti.  Geriye yalnızca birkaç bin kişi kaldığında insanlar dünyadan kaçmaya karar vermişlerdi.

Biliminsanları, tıpkı geçmiş yüzyıllarda hayal ettikleri gibi, insan bilincini ve zekasını yapay bir ortama aktarmaya başlamışlardı. Bunu anlatan bilimkurgu filmleri bile çekilmişti zamanında. Hayaller şimdi gerçek oluyordu.   Eski dünya nüfusunun neredeyse tamamına yakınının sahip olduğu düşünce, anı, deneyim ve bilgi bir çip üzerindeki sanal ortama aktarılmıştı. Tüm aktarımlar tamamlandığında bu çipin, uzay koşullarına son derece dayanıklı sağlam bir koruyucu kutunun içinde  uzaya gönderilmesi planlanmıştı.  Bu sayede eğer bir gün insanlık yeniden hayat bulabilirse, bu bilgilerin doğacak bebeklere yeniden yüklenebileceğini düşünüyorlar ve hayal ediyorlardı. Kimilerine göre belki umutsuz bir düşünce ve davranıştı ancak pek de yapacak bir şey yoktu. İnsan bedeni, uzayda uzun yolculuklar yapamayacak kadar narin ve zayıftı. Üstelik tüm tıbbi gelişmelere karşın insanın ömrü öyle sanıldığı gibi yüz elli yıla da çıkamamıştı. Belki uzayda sinyal yayarak başıboş dolaşan bu kutuyu gelişmiş başka varlıklar keşfeder ve insanoğlunu yeniden hayata döndürürler diye ummuştu çipi yapanlar.  İkinci kez yaratılışını planlamıştı insanlık. Ve ikinci kez bir yaratıcıya gereksinim hissetmişti. Diğer olasılıkla ise bu çip içindeki insanlıkla belki de sonsuza kadar uzay boşluğunda dolanıp duracaktı. Tıpkı içindeki insanlıkla uzay boşluğunda dönüp duran dünya gibi. Dünyanın bu çipli kutudan tek farkı içinde başka canlı hayatları da barındırıyor olmasıydı. Bir de  kütle olarak daha büyüktü ve maviydi.

Aslında insanlar beden parçalarını robotik cihazlarla ya da mekanik düzeneklerle değiştirmeyi başarmışlardı ama bu “robotlaşmaya” insanlar, çeşitli nedenlerle karşı çıktıkları için bu girişim de sonuçsuz kalmıştı. Bu görüşü savunanlar, önemli olanın insanlık bilinci ve ruh olduğunu söylüyorlardı. Onlara göre sıcağını hissettiğimiz bedenimiz organik bir makineden ve düzenekten başka bir şey değildi. Yalnız onlar mı, tarih boyu bütün kutsal metinlerde de önemli olanın ruh ve iç güzelliği olduğu vurgulanmıştı. Ruhlar, ölümlü bedenlere hapsolmuş sonsuz varlıklardı ve dünya aslında bir sınav yeriydi. Biyomekanik değişimi savunanlar, evrim sonucu gelişerek bu şekle geldiğimizi belirtiyorlar, şimdiye kadar doğal yolunda seyreden evrimleşme sürecine, artık müdahalede bulunma zamanı geldiğini söylüyorlardı. Evrim belki de bundan sonra metal bacaklarla ya da biyopolimer organlarla devam edecekti.

Dindar insanlara ve din kurumlarına göre ise durum daha farklıydı. İyiliğin ve kötülüğün yüce yaratıcıdan geldiğini savunuyorlardı. Robotlaşma yaratılışa tamamen aykırı idi. Tanrı isteseydi insanları metal bacaklarla ya da kızılötesi görebilen mekanik gözlerle de yaratabilirdi. Ama yapmamıştı. Mutlaka bir hikmeti vardı bu davranışının. Tanrının yarattığını bozmak insana düşmezdi. Peki ya dünyanın sonu meselesi? Tanrı yarattıysa yine o bozacaktı. İnsanın sonu zaten kendisi için dünyanın sonu değil miydi? İnsanın, öldükten sonra geride bıraktıkları için üzülecek bir kalbi bile kalmıyordu. Geri kalanlar da kendi can  derdine düşüyordu. Belki de sorun kendiliğinden böylece çözülüyordu.

Bu konuyla ilgili uzun uzun bilimsel ve felsefi toplantılar yapılmıştı. Konu tüm detaylarına kadar tartışılmış ancak bir karara varılamamıştı. Hızla değişen iklim ve çevre koşulları zamanı daha da daraltmıştı. Üstüne üstlük, politik belirsizlikler ve onyıllar boyu yaşanan kısır tartışmaların sonucunda uzaya çıkabilecek bedenler üretebilmek için çok geç kalınmıştı. Güneş kaynaklı büyük radyasyon serpintisi sonucu insan nüfsunun dörtte üçünün yaşamını yitirmesiyle biyomekanik bedenler yönünde umutlar hepten sönmüştü. Talihsiz bir şekilde, bu konuda çalışan bilim insanlarının hepsi ölmüş ve ilerleme durmuştu. Tanrının belki gerçekten sopası yoktu. Ya da insanın en büyük düşmanı yine kendisi idi.

Yine de insanlar boş vermemişlerdi. Biyonik bedenler yapılamasa da, en azından  insanın hafızasını yapay bir ortama aktarmayı başarmışlardı. Uzun uğraşlar sonucunda, son birkaç yüzyıl boyunca yaşamış yaklaşık 160 milyar insanın hafızası küçük bir elektronik çipte korumaya alınabilmişti.
Kahvaltı sonrası yaşlı adam dolabındaki en şık giysisini giydi. Günlüğünü ceketinin iç cebine koydu ve dışarı çıktı. Şimdi son görevini yapmak için hazır bekliyordu.  “ Adem Küpü’nü” uzayın sonsuz boşluğuna o yollayacaktı.

Biliminsanları, tüm insanlığını bilgisini ve onca insanın hafızasını depoladıkları küp şeklindeki hafıza çipine “Adem Küpü” adını vermişlerdi.  Görevini eksizsiz yapacağına inandıkları için, yaşlı adamı seçmişlerdi.  Dünyada hafızası çipe aktarılmayan, bir tek o kalmıştı. Yetkililer ona adem küpünü uzaya fırlatması için gereken talimatları vermiş, defalarca denemesini yaptırmışlardı. En son, emin olduklarında kendilerini de adem küpüne aktararak sonu belirsiz bir dünyaya geçiş yapmışlardı.
Hayatın cilvesine bakın ki, tüm hayatı boyunca ezilmiş, söz dinlemiş, sevmeye bile cesaret bulamamış bu sıkılgan ve ezik adam, tüm insanlığı avuçlarında tutuyordu. Son canlı şahit de oydu. İnsanlığın bundan sonraki kaderi onun ellerindeydi.

Avuçlarında duran Adem Küpü’ne baktı.  Küpü, sanki tüm insanlıktan hıncını alırcasına yumruğunuda sıkıştırdı. Aklına vadedilmiş cennet düşüncesi geldi. İşte ya belki de vadedilmiş cennet dedikleri yer bu küpün içi olmalıydı. Tüm bedensel acılardan azade biçimde sonsuza dek sürecek bir yaşam. Dış dünya ile bağı olmayan, sonsuzluk ortamı. Neredeyse tüm insanlık orada olduğuna göre, insanlar kaybettiği yakınlarını da orada bulabilirlerdi. Eski aşklarını düşündü. Şimdi küpün içinde olsa belki, o da arayıp bulacaktı eski sevdiklerini. Belki söyleyemediği onca duygusunu, dile dökebilecekti.  Ama bir dakika, o küpün dışındaydı. Cennet eğer küpün içiyse, o dışarıdaydı. Bu nasıl bir oyundu ki, küpün dışında kalmıştı.  Bunu hakedecek ne günah işlemişti. Ya da bu kadar büyük bir günah ne olabilirdi.

Sinirden bağırdı:

“Tanrım bu ne büyük saçmalık, ben böyle hayal etmemiştim. Kimse böyle hayal etmemişti.”

Sonra artık beyaz bulutların olmadığı gökyüzüne bakıp söylenmeye başladı. Yarı yorgun, yarı uykulu, yarı terliydi:

“Artık seninle aynıyız, belki de. Bak insanlık avuçlarımda. İnsanlığın kaderi benim elimde. İstersem küpü uzaya gönderirim, istersem pantolonumun cebine koyar gidebileceğim kadar uzağa giderim. Ben ne istersem o. Seni anlayabiliyorum artık. Yalnızlığını da anlayabiliyorum. Gücünü anlatabileceğin kimsen yok. Gördüğün güzellikleri anlatabileceğin başka biri de yok.  Belki de seni anlayabilen tek insan ben oldum. Ama çok geç, benim de bunu anlatabileceğim kimsem yok. Bir sen varsın. O da varsan.”

Yaşlı adam küpü titreyen elleriyle sımsıkı tutuyordu.  Gökyüzü ilk gençlik aşkının gözleri gibi bulutsuz berrak mavi idi. 

17 Nisan 2015 Cuma

YEŞİLDİ ELMA VE RENGİ KADAR GÜZELDİ
Referans noktası olmadan yaşamak mümkün mü? Zaman, anılar,iyi,kötü. İlk insan düşüncesi neydi acaba. Bir sonuca varılmadığı ve peşi sıra gelecek milyarlarca insanın binlerce düşüncesine bağlantı noktası oluşturduğu muhakkak. Başka bir düşünce olsaydı, düşünmemeyi seçseydi ne olurdu. İçinde yaşadığımız dünya kararlar sonucu meydana gelmiş, her seferinde en az bir ihtimali elemişiz. İnsanlık olarak bakıldığında tarih, ya da bir insan için hayat. Her seferinde bir eleme ve bir yerlere doğru yolculuğa devam etmek. Algı da sakatlık, eksiklik var. Bizim gördüğümüz ağaç, hemen çizebildiğimiz elma ağacı, gövdesinden ve dallarından, belki bi de meyvelerinden müteşekkül. Kökleri de var oysa ki, yoksa rüzgar alıp götürürdü her seferinde. Üstelik komşu ağaçla toprak altından görünmez ve rüzgarla birlikte yukarıdan farkedilmez ilişkileri de var.Komşu ağaç bu ağaçtan, elması dallarından, dalları gövdesinden, gövdesi köklerinden, kökleri başka bir komşu ağacın meyvesinden ayrı değil.Bugün yaşadıklarımız, geçmişte yaşayanların seçimlerinden ve karalarından başka bir şey değil.Ölüp gitmeyi, bazen sabırla bazen öfkeyle ama öyle ama böyle “insanca” bekleyip dururken, benden sonraki, belki ondan ve ondan da sonraki, kafasında soru işaretleri, nereden gelip nereye “götürüldüğünü” anlamaya çalışan, yaşına geldiğinde başını gökyüzüne kaldıracak, belki de aydan uzak, güzel dünyamıza bakacak, çaresizliğini farkedecek, sorgulamaya başlayacak “ben” aklıma geldi. O “ben” insan olma ihtimaliyle yaşamaya devam etmeliydi. Ve şimdiki “büyük ben” onun hakkını yemek istemedi. “Günahtı” ikimize de!
17.04.2015

6 Nisan 2015 Pazartesi

Yağmurlu Bir Akşamda..

Sabah hava çok güzeldi, akşama doğru yağmur ve fırtına başladı. Durakta otobüs bekleyen bir kadın geçmekte olan arabanın içindekilere özendi. Yağmur nedeniyle trafik yoğundu. Sabahtan beri kimbilir kaçıncı seferini yapan otobüs şöförü, içerideki kalabalığın neminden buğulanmış camdan dışarı baktı. Şuradaki sundurmanın altında otursa, yağmur yağarken sıcacık bir simitin yanında, sıcacık bir çayın dumanı tütse ne iyi gelirdi. Yağmur hızlanıyordu. Yerdeki su birikintilerine basa basa koşturan bir öğrenci yoldan karşıya geçti. Bu havada da dersane mi olurdu? Okulu bir bitirse, şu ödevlerden bir kurtulsa ne rahatlardı. Çocuk, metro istasyonunun önünde simit satan adama su sıçratınca adam önce çok sinirlendi. Sonra koşturan öğrencilere baktı. Keşke ödevlerinden ve sınıftaki habersiz aşklarından başka sıkıntıları olmasaydı. Bir de harçlığı yetseydi. Üzerinde bir firmanın logolu montu olan biri büfeden karışık bir tost istedi. Büfe küçüktü ama içerisindekiler çok yoğun çalışıyordu. Çalıştığı fabrika kapandığından beri yoğun çalışmayı ne kadar özlemişti. Büfedeki çocuk tostu uzatırken yanlışlıkla para üstünü yere düşürdü. Özür diledi, bugün on saate yakındır ayaktaydı ve belki de yüzlerce kişiye tost yapmıştı. Şöyle çalışmadan birkaç ay rahat rahat gezmeyi hayal etti. Yağmurdan kaçan bir çift kuyumcular çarşısına sığındı. Kadın kuyumcunun vitrinindeki takılara içli içli göz gezdirdi. Kocasının yediği sıcak leblebinin kokusu tarihi çarşının havasına siniyordu. Köşebaşındaki kuyumcu leblebi yiyen adama imrendi. Ne güzel olurdu bunca parlak ışıktan ve bu pahalı esaretten birkaç saatliğine de olsa kurtulsaydı. Şöyle gamsız habersiz yağmurda leblebi yiyerek gezinseydi. Tarihi handan çıktığımda yağmur biraz olsun hız kesmişti. Evimin yolu çarşıdan geçiyordu.Son yıllarda hediyelik eşya satan dükkanlar ne kadar çoğalmıştı. Oysa hediye alabileceğim yakınlarımın hepsi başka şehirdeydi. Üstelik  bugün küçük kardeşimin doğum günüydü. Babamın kardeşime, ismini ezanla okuduğu an geldi aklıma. Ne güzeldi o günler. Çabuk büyüyen ayaklarımızı sıkan ayakkabılarımızdan başka derdimiz yoktu.

28 Mart 2015 Cumartesi

Bir Bahar Yazısı

Bahar yine geldi. Elimde tuttuğum çiçekler, bu bahar ilk açan ağaçların ilk  çiçeklerindendir. Her sene baharın gelişini müjedelemek için açan çiçeklere sonsuz selam olsun. Onlar, zamanın dallarda maddeleşmiş haline benzer.  Zaman bana göre, en büyük “Bencil”’dir. Sonsuz zamana sonsuz selam olsun. İnsan zamanla yaşlanır, ama zaman yaşlanmaz. Ömrümüz kabaca, güneşi sayarak geçer. En etkili antidepresan olan güneşe sonsuz selam olsun . Sevgi güneş gibidir, herkese eşit doğar. İnsan sevdikçe güzelliği bulur. Benim sevdiğim kadınlar hep güzeldi. Sevdiğim kadınlara sonsuz selam olsun.

10 Mart 2015 Salı

Yolculuk

Tuttuğum takım yenilmiş, çocuk erken uyanmış, hava buz gibi soğumuş. Ama üşümüyorum. Metro vagonu o kadar kalabalık ki, içerisi ortalama bir insan bedeni kadar sıcak. Duraklarda açılan kapılar olmasa çekilmez bir hava var içeride. Açılan kapılardan aynı anda inen binen insanlar var. Garip gelir bana. Kiminin indiği son durak, kiminin bindiği ilk durak olur. Önemli mi ki ? Babasının öldüğü gün doğanları gördük bu dünyada. Ara duraklar bir yana belli yolda gidip gelen trenin herkesçe bilinen bir ilk ve bir son durağı mutlaka olur. Kader işte, öyle planlanmış. Vagonun içindeki hareketli hal bir yaşamın yolculuk halindeki küçültülmüş biçimi gibi. Küçük hesaplar, küçük planlar, küçük fırsatlar dünyasıdır. Iki kapılı han bile olmayan sonu belli yolculukta insanların oturmak için yaptıklarına gün gelir inanmazsınız.

Herkesin aynı bileti almasına rağmen, vagonlarda ayrımcılık yapılır. Gençler hep horlanır. Yorgun, hasta olmaları olasılığını düşünmeksizin yer vermeleri beklenir. Oysa gençlerin şu dünyada bekledikleri kendilerine güven duyulması değil mi?. Koltuk gerçek yaşamda olduğu gibi gereksinimden çok bir statü meselesidir. Trende uyanıklar uyuyarak, uyuyanlar ayakta gider. Bir duraklık bile oturmak, kalabalık vagonda çok arzulanır bazılarınca. Bazıları da boş koltuk bile olsa oturmaz, karizması başka olur. Son durağa yaklaştıkça koltukların değeri düşer, tren tenhalaşır. Koltuk Borsa'sı kapanış zilini çalmak üzeredir. Insanlar koltuk sevdasından uzaklaşır. Son durakta inenler daha asil bir şekilde yürür.

Bir de hiç tanımadığımız tanıdık insanlar meselesi var. Her sabah aynı durakta aynı saatte karşılaşmak durumu, göremeyince meraklanma hali. Sanki yolculuk harici bir yerde karşılaşsak koşup sarılacak kadar alıştığımız kişilerdir bu kişiler. Bizi bir arada tutan çoğu zaman alışkanlıklarımız değil de sevgimizmiş gibi yapmasak ne olurdu acaba? Alışmadan sevmek, sevmeden alışmak. Vagona mı söylüyorum bu sözleri ben de bilmiyorum. Sabahın en kalabalık vagonunda vurgun yemiş gibi nefes alıyorum. Düşünce akışım düzensizleşti nedense. Kulağımdaki kulaklıklar kulağıma "tepedeki çimenlikleri..." fısıldarken, asfalttaki trafiği seyreylemekten başka birşey yapmıyorum. Camdan bakınca bir şehir karmaşası var dışarıda. Tünele girince tren, kararmış camda kendi yansımamı ve kendi karmaşamı görüyorum. Tanrıya şükür tüneller kısa, cama aydınlık tekrar gelecek. Tekrar şehir karmaşasını seyredebileceğim, yanından hızla geçip giderek. Böylesi daha kolay.

Yıllar geçtikçe yolculuk ederken yalnızlaştığımı farkettim. Eskiden arkadaşlarla birlikte biner gırgır şamata ederdik. Şimdilerde dinlediğim şarkılar bile solo genelde. Geçenlerde bir grup serseri bindi vagona. Olmadık hareketleriyle, yüksek sesli sözcükleriyle, rahatlıklarıyla eğlendikleri çok belliydi. Önce kızdım içimden ama sonra, hayatım boyunca sosyal ortamlarda böyle basit ve rahat davranamadığım için kıskandım. Belki de hayat bizim algılamakta güçlük çektiğimiz ölçüde basit. Öyle ya da böyle, ayakta ya da oturarak hepimiz ayni vagonda gidiyoruz. Sadece oturduğumuz ya da tutundugumuz yer farklı. Bazen ayakta durmak oturmaktan daha konforlu daha özgür.
Ben bazı aynı kadınları hem dolmuşta, hem otobüste hem metroda gördüm. Metronun kadınları daha güzel gösterdiği kanısına vardım. Ama hiçbir kadına " bu sabah metrodaki en güzel kadın sizsiniz" diyemedim. Hayalini kurdum ama.

Nasıl anlatayım ki... Benim geldiğim yerde tren ile seyehat etmek çok aranan birşey değildi. Ilk firsatta arabaya terfi eden ve sınıf atlayan çok kişi tanıdım. Hatta benim, metroya hiç bilmediği için övünen arkadaşlarım vardı. Oysa ben ilk açıldığı günden beri şehrimin trenlerine arkadaşlık ediyordum. Sisli sabahlardan beri, karanlık akşamlardan beri, yarı yorgun, yarı uykulu, yarı terli...