26 Temmuz 2014 Cumartesi

Öylesine Bilimsel Anlaşılmaz Bir Yazı 

Telefonda bilim dünyasının çalkantılı tartışmalarına rast geldim ki, yabancı bir makalede okuduğum deneysel bir çalışma yüreğime su serpti; “Einstein haklıydı, uzay-zaman yumuşak ve düzdü. Ve çok şükür ışık hızı hala sabitti.” Oysa başka bir bilim adamı, Büyük Atmosferik Gamma Işını Görüntüleyici Cherenkov teleskopu ile gözlem yapmış ve Markarian 501 Blazarından ( ki kendisi bir galaksinin ortasında yer alan bir karadelikle ilişkili enerji yayan bir kuasar olur ) aynı anda yayılan Gamma ışını fotonlarının teleskopa farklı zamanlarda ve farklı enerji düzeyleri ile ulaştıklarını gözlemlemişti. Yani şair dizelerinde ışık hızının sabit olamayacağını, kuantum köpüklerinin durumuna göre ışık hızının da değişebileceğini anlatıyordu, benim gibi ruhu çalkantılı birinde yaratacağı yıkımı düşünmeden. Oysa ki bizler, baş döndürücü bir hızla ilerleyen şu zamanda en doğru doğru olarak bildiğimiz birçok doğrunun değiştiğine tanıklık eden kırılgan nesiller değil miydik? Bari ışık hızının sabitliği doğru kalsaydı. Şimdi ışık hızı sabit olmadığına göre, zaman da sabit değildi. Başka bir şairin dizelerinde geçtiği şekliyle ki şöyledir;

Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.
Ona sorarsanız : "lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman."
Bana sorarsanız : "on senesi ömrümün."
Bir kurşun kalemim vardı ben içeri düştüğüm sene.
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi.
Ona sorarsanız: "bütün bir hayat."
Bana sorarsanız : "adam sen de, bir iki hafta."
….
zaman herkese göre farklı mı akıyordu ? Ya da akıyor muydu? Çünkü yine babalarımızdan gizli öğrendiğimize göre, zamanın da daha fazla bölünemeyen, ölçülemeyen ya da ölçülmesinin anlamsız ve olanaksız olduğu bir birimi vardı. Buna Plank Zamanı deniliyordu ve 10−43 saniye olarak ışık hızı temel alınarak hesaplanıyordu. Yani saniyenin bilmem kaç trilyon kere trilyonda biri kadar bir süre. Vakumlanmış bir ortamda, bir ışık fotonunun, bir Plank Uzunluğunu geçmek için harcadığı süre. Yani parçanın ana fikrinde zamanın, kanola tarlalarının arasından kıvrıla kıvrıla ve zahmetsizce akan Tunca nehri gibi kesintisiz ve sürekli olarak akmadığı vurgulanıyordu. Sanki saatlerdeki saniye gibi küçük küçük ilerliyordu zaman. 

Şaşkınlıkla başımı telefondan kaldırdım. Sabahın erken saatleriydi ve "Emek" semti yönüne giden metro, düşüncelerimden daha kalabalıktı. Sevincimi paylaşabileceğim birilerini aradım. Karşımda oturan teyzeye baktım, yanımda oturan deri bileklikli öğrenciye, başımda dikilen ve kendinden büyük çantasıyla omzumu taciz eden kadına, uyuyana, sabah dedikosu yapana… İnanamıyordum, koca kalabalık vagonda, çaresiz düşüncelerim ve sevinçlerimle yapayalnızdım. Sonra telefonumun müzik çalarını başlattım. Kulaklıkların sesi telefonun uyarısına inat sonuna kadar açıktı. “Ölüyorum Kederimden…” Müslüm Gürses söylüyordu. Sabah daha demini almamıştı. Metro bitmemiş bir inşaatın yanından geçiyordu. Taşın kalbi yoktu ama onu da yosun sarıyordu…

Aslında kuantum fiziği okumak için bakmamıştım telefona. Internetten sipariş ettiğim eski bir kasetin kargo durumuna göz atacaktım o kadar. Kaseti sevdiğim bir arkadaşım için almıştım. O arkadaşım ki, bir gece sohbetinde çocukluğundan gitarla ve hayalleri ile bahsetmişti. Elektronik gitar da çalıyormuş bildiğimiz gitarın yanında. Hayali konservatuara gitmekmiş ama olmamış. Bilemiyorum hangi parçaları bilirmiş, hangilerini çalarmış. Mesela Mehmet Güreli'yi çalar mıymış, "Kimse bilmez..."miş. "Cranberries" grubundan ve "Zombie" isimli parçalarından söz etmişti sadece. Bulduğum kaset tam da Cranberries'in Zombie adlı parçasının olduğu albümün kasetiydi. Ta 1994 yılına ait hiç açılmamış bir kasetti. Gerçekleşmemiş hayaller gibi kapalı kalmıştı  ve seneler sonra biri başka birine hediye edecekti onu. Oysa artık neredeyse kaset çalar kalmamıştı hiçbir yerde. Şimdi onu açsa nerede dinleyecekti. Zamanından çok sonra ve zamansız gerçekleşen hayallerim geliyordu aklıma... umutlarım ve aşklarım... Amacım ne üzmek ne üzülmekti, yine de ve sadece güzeldi işte... Bazen sil baştan başlamak gerekiyordu o kadar....

Neyse nerede kalmıştık?

Benim geldiğim yerde insanlar küçük evlerde oturuyordu. Küçük çocukları ve büyük hayalleri vardı babaların. Evimiz bir yokuşun başındaydı ve zamanın yokuş aşağı koşan bir çocuk gibi küçücük adımlarla önümüzden geçtiğini görüyorduk. Öyle söylemiyor muydu bilim insanları zaten, zaman küçücük adımlarla ilerliyordu. Oysa ne zaman bir çocuk koşsa, düşecek diye tedirgin oluyordu annem hep. Zaman çocukları, anne babalar evlerini büyüttü. Oysa hayaller küçüldü nedense. Dünyayı değiştirme umudu başka canlara ihale edildi. Kapalı zarf usulü ve gizli pazarlıklarla...
Tren bitmemiş bir inşaatın yanından geçiyordu. Sabahın erken saatiydi ve içerisi kalabalıktı. Birden anonsu duydum "Tren Üniversite yönüne gitmektedir..." Oysa ben üniversiteyi bırakıp emeği seçeli çok olmuştu. Hemen yerimden kalktım ve kapıya koştum, yarı yorgun, yarı uykulu, yarı terli...