27 Ağustos 2014 Çarşamba

Tereyağlı Bir Yazı

Benim geldiğim yerde asil azmazdı, bal kokmazdı. Kokarsa yağ kokardı, onun da aslı ayrandı. Geçliğimin sürdüğünü sandığım zamanlardı, üstelik yüzüme yakışmadığını düşündüğüm kirli sakalım vardı. Sabahın erken sayılabilecek saatlerinde köy kahvaltısı yapılan bir yere gelmiştim. Bulunduğum yer bir köy eviydi. Başka köy evlerini de sayarsak demek ki bir köye gelmiştim. Köy anlatılacak derecede güzel bir köydü. Arnavut kaldırımı sokaklarından dağ sularının aktığı, evlerin cumbalarının yanak yanağa dedikodulaştığı, sırtını yokuşa dayamış, kapı önlerinde basmalı, yazmalı, yelekli teyzelerin oturduğu, yeşil, tarihi, gerçek bir köydü. Yani eski gerçekte gerçekten bir köydü, ya da günümüz gerçeğinde köylülerin, rol gereği köylücülük oynadığı, gelenlerin de sanki yedi nesildir şehirde yaşıyormuşçasına saraylı saraylı dolaştığı, çocuklarının endemik köylü insansıları doğal ortamlarında gözlemleme ve deneyimleme fırsatı bulduğu, otantik, modernize, stilize bir film platosu gibiydi.
Hava sıcaktı, ekmek daha sıcaktı. Güneş onca ağaç dalının arasından nasılsa sıyrılıp sırtıma vuruyordu. Ekmeğe sürdüğüm tereyağının yavaş yavaş eriyişini seyrediyordum ki birden irkildim. Aklıma dedelerimin asaleti anlatmak için kullandığı atasözünde neden yağı seçtiği sorusu geldi. Öyle ya “Asil azmaz, bal kokmaz, kokarsa yağ kokar onun da aslı ayrandır”.  Dedelerimin kastettiği biraz önce ekmeğime sürdüğüm tereyağı mı olmalıydı? Değilse antik egeli, doğu akdenizli, denize kıyılı, saraylı zeytinyağı olamazdı kastedilen. O kesin asil olmalıydı, çünkü kokmuyordu.
Oysa ki tereyağı da akdenizli sayılırdı. Tarihçilere göre ilk kayıtlar MÖ 3000 yıllarına ait Sümer yazıtlarıydı. İlk zamanlarda ele yüze sürülen kozmetik bir ürünken, sonraları insanlar faydalarını farkedince sofralara buyur edilen bir besin halini almıştı. Demek ki tereyağlı pilavın lezzeti tarihi bir olgunluktan geçmişti. Annelerin pirinçleri tarihi bir olgunlukla kavurmalarının bir sebebi buydu belki de. Enerjik bir varlıktı. İçerdiği mineral ve vitaminler besin değerini arttırıyordu. Yapılan araştırmalara göre kötü kolesterolü de düşürüyordu, yani tereyağı bilimsel açıdan da faydalı idi. Ama tüm bu artılarına karşın yine de kendini asil kabul ettirememişti dedelerime.
Peki neydi bu asalet? Parayla satın alınabiliyor muydu? Yenir miydi ya da yüze sürünce çirkin birini güzelleştirir miydi? Türkçe sözlükte “Soyluluk” deniyordu.  Asaletin çoğu zaman soydan geldiği doğruydu ama Napoleon bu katı anlayışı yıkmıştı. Onun asaleti onunla başlıyordu. Pekala tereyağının da asaleti onunla başlayabilirdi. Başka bir şey olmalıydı. Bizim topraklarda öyle Kont, Düşes, Markiz gibi asalet ünvanları da kullanılmıyordu. Erkek çocukları “Paşam” diye seviliyordu o kadar. Kız çocuklarının adı bile söylemezdi genelde ama o başka idi. Krallar tarafından insanlığa yararlı olanlara da asalet verilebiliyordu. Ancak tarih boyu hiçbir asil insanlığa tereyağı kadar faydalı olamamıştı. Peki dedelerimin aradığı neydi ?Tek başına var olmak asalet için yetmiyor muydu? Tek başına var olabilen her insan asil kabul edilmiyor muydu? Gerçi şöyle bakınca asil olmasına asil bir toplumduk. Çünkü tüm olumsuzluklara, düzenbazlıklara karşın susuyorduk. Çünkü “Suskunluğumuz, asaletimizdendi”.  Tereyağının biraz müşkülpesent olması mı asaletini engelliyordu? Sıcakta erimesi, serinde saklanmayınca tadının kaçması mıydı suçu? Asil insanların da uygun olmayan koşullarda tadı kaçmıyor muydu? Bizim sofralarımızda tereyağı Anadolu’yu, zeytinyağı Avrupa’yı, antikiteyi çağrıştırıyordu. Yoksa Anadolu’ya yakışmıyor muydu bu asalet? Beli tam oturuyordu da, paça boyu biraz kısa mı kalıyordu ?
Etrafta kahvaltı için ayakta sıra bekleyen insanları görüyordum. Demek ki kahvaltısı meşhur bir yerdeydim. Onca  para verdiğim halde kendimi başkalarının hakkını yiyen işgalci gibi hissettim. Çoktan soğumuş çayımı da yudumlayıp masadan tek başıma kalktım. Yarı yorgun,  yarı uykulu, yarı terli…

26 Temmuz 2014 Cumartesi

Öylesine Bilimsel Anlaşılmaz Bir Yazı 

Telefonda bilim dünyasının çalkantılı tartışmalarına rast geldim ki, yabancı bir makalede okuduğum deneysel bir çalışma yüreğime su serpti; “Einstein haklıydı, uzay-zaman yumuşak ve düzdü. Ve çok şükür ışık hızı hala sabitti.” Oysa başka bir bilim adamı, Büyük Atmosferik Gamma Işını Görüntüleyici Cherenkov teleskopu ile gözlem yapmış ve Markarian 501 Blazarından ( ki kendisi bir galaksinin ortasında yer alan bir karadelikle ilişkili enerji yayan bir kuasar olur ) aynı anda yayılan Gamma ışını fotonlarının teleskopa farklı zamanlarda ve farklı enerji düzeyleri ile ulaştıklarını gözlemlemişti. Yani şair dizelerinde ışık hızının sabit olamayacağını, kuantum köpüklerinin durumuna göre ışık hızının da değişebileceğini anlatıyordu, benim gibi ruhu çalkantılı birinde yaratacağı yıkımı düşünmeden. Oysa ki bizler, baş döndürücü bir hızla ilerleyen şu zamanda en doğru doğru olarak bildiğimiz birçok doğrunun değiştiğine tanıklık eden kırılgan nesiller değil miydik? Bari ışık hızının sabitliği doğru kalsaydı. Şimdi ışık hızı sabit olmadığına göre, zaman da sabit değildi. Başka bir şairin dizelerinde geçtiği şekliyle ki şöyledir;

Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.
Ona sorarsanız : "lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman."
Bana sorarsanız : "on senesi ömrümün."
Bir kurşun kalemim vardı ben içeri düştüğüm sene.
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi.
Ona sorarsanız: "bütün bir hayat."
Bana sorarsanız : "adam sen de, bir iki hafta."
….
zaman herkese göre farklı mı akıyordu ? Ya da akıyor muydu? Çünkü yine babalarımızdan gizli öğrendiğimize göre, zamanın da daha fazla bölünemeyen, ölçülemeyen ya da ölçülmesinin anlamsız ve olanaksız olduğu bir birimi vardı. Buna Plank Zamanı deniliyordu ve 10−43 saniye olarak ışık hızı temel alınarak hesaplanıyordu. Yani saniyenin bilmem kaç trilyon kere trilyonda biri kadar bir süre. Vakumlanmış bir ortamda, bir ışık fotonunun, bir Plank Uzunluğunu geçmek için harcadığı süre. Yani parçanın ana fikrinde zamanın, kanola tarlalarının arasından kıvrıla kıvrıla ve zahmetsizce akan Tunca nehri gibi kesintisiz ve sürekli olarak akmadığı vurgulanıyordu. Sanki saatlerdeki saniye gibi küçük küçük ilerliyordu zaman. 

Şaşkınlıkla başımı telefondan kaldırdım. Sabahın erken saatleriydi ve "Emek" semti yönüne giden metro, düşüncelerimden daha kalabalıktı. Sevincimi paylaşabileceğim birilerini aradım. Karşımda oturan teyzeye baktım, yanımda oturan deri bileklikli öğrenciye, başımda dikilen ve kendinden büyük çantasıyla omzumu taciz eden kadına, uyuyana, sabah dedikosu yapana… İnanamıyordum, koca kalabalık vagonda, çaresiz düşüncelerim ve sevinçlerimle yapayalnızdım. Sonra telefonumun müzik çalarını başlattım. Kulaklıkların sesi telefonun uyarısına inat sonuna kadar açıktı. “Ölüyorum Kederimden…” Müslüm Gürses söylüyordu. Sabah daha demini almamıştı. Metro bitmemiş bir inşaatın yanından geçiyordu. Taşın kalbi yoktu ama onu da yosun sarıyordu…

Aslında kuantum fiziği okumak için bakmamıştım telefona. Internetten sipariş ettiğim eski bir kasetin kargo durumuna göz atacaktım o kadar. Kaseti sevdiğim bir arkadaşım için almıştım. O arkadaşım ki, bir gece sohbetinde çocukluğundan gitarla ve hayalleri ile bahsetmişti. Elektronik gitar da çalıyormuş bildiğimiz gitarın yanında. Hayali konservatuara gitmekmiş ama olmamış. Bilemiyorum hangi parçaları bilirmiş, hangilerini çalarmış. Mesela Mehmet Güreli'yi çalar mıymış, "Kimse bilmez..."miş. "Cranberries" grubundan ve "Zombie" isimli parçalarından söz etmişti sadece. Bulduğum kaset tam da Cranberries'in Zombie adlı parçasının olduğu albümün kasetiydi. Ta 1994 yılına ait hiç açılmamış bir kasetti. Gerçekleşmemiş hayaller gibi kapalı kalmıştı  ve seneler sonra biri başka birine hediye edecekti onu. Oysa artık neredeyse kaset çalar kalmamıştı hiçbir yerde. Şimdi onu açsa nerede dinleyecekti. Zamanından çok sonra ve zamansız gerçekleşen hayallerim geliyordu aklıma... umutlarım ve aşklarım... Amacım ne üzmek ne üzülmekti, yine de ve sadece güzeldi işte... Bazen sil baştan başlamak gerekiyordu o kadar....

Neyse nerede kalmıştık?

Benim geldiğim yerde insanlar küçük evlerde oturuyordu. Küçük çocukları ve büyük hayalleri vardı babaların. Evimiz bir yokuşun başındaydı ve zamanın yokuş aşağı koşan bir çocuk gibi küçücük adımlarla önümüzden geçtiğini görüyorduk. Öyle söylemiyor muydu bilim insanları zaten, zaman küçücük adımlarla ilerliyordu. Oysa ne zaman bir çocuk koşsa, düşecek diye tedirgin oluyordu annem hep. Zaman çocukları, anne babalar evlerini büyüttü. Oysa hayaller küçüldü nedense. Dünyayı değiştirme umudu başka canlara ihale edildi. Kapalı zarf usulü ve gizli pazarlıklarla...
Tren bitmemiş bir inşaatın yanından geçiyordu. Sabahın erken saatiydi ve içerisi kalabalıktı. Birden anonsu duydum "Tren Üniversite yönüne gitmektedir..." Oysa ben üniversiteyi bırakıp emeği seçeli çok olmuştu. Hemen yerimden kalktım ve kapıya koştum, yarı yorgun, yarı uykulu, yarı terli...

7 Mart 2014 Cuma

Doları Sev Yeşili Koru...

Benim geldiğim yerde çok büyük olaylar oluyordu. Kimilerinin “üç beş ağaç için…” dediği olaylar tüm ülkeyi sarıyordu. Gösteriler, ölümler,  dumanlar  ve duran adamlar vardı… Sonra olaylar duruldu. Derin bir sessizlik ve bekleyişin hakim olduğu her ortamda durum değerlendirmesi yapılıyordu. Gelecekten kaygılanmaların arttığı dönemlerdi ve benim geleceklerinden sorumlu olduğum çocuklarım vardı. Kime sorsam ”Bu devirde gelecek için en iyi yatırım arsa” diyordu. Yaşadığım şehrin yavaş yavaş betonlaştığı dönemlerdi. Üstelik kime sorsam “Doğayı seviyorum” diyordu. Televizyonda seyrek sakallı genç bir çocuk üniformalılarca linç ediliyordu.  Kime sorsam izliyordu. Herkeste, dağ başında da olsa bir arsa kapma telaşı vardı. Olur ya duble yol geçerdi, imar çıkardı, ne güzel hayallerdi… Gizli ve ayıp niyetler, Hobi Bahçelerinde toprak altına gömülüyordu… Ta ki inşaat için gelen makinenin kepçesine takılana dek… Velhasıl  yaşadığım şehirde doğa, üniformasızlarca elbirliği içinde linç ediliyordu, yeni gençlerin linç edileceği yeni sokaklar yaratmak için. Tüm bu ikiyüzlülüğümüzden utandığım bir anda kirli bir kabustan uyandım. Yarı yorgun yarı uykulu yarı terli…